Günümüzde kullanılan modern Avrupa kemanının Osmanlı İmparatorluğu’na girmesinden önce ıklığ, giçek, ki-yak, yaylı kopuz ve kemençe gibi tarihi çok eskilere dayanan yaylı çalgıların Türk müziğinde önemli bir yeri vardı (Aşkın,t.y). Kemana batı dillerinde farklı isimler verilmiş, Fransızca’da “violon” , İtalyanca’da “violona”, Almanca’da “violin” denilmiştir. Keman, birçok ülkenin geleneksel müziklerinde de kullanılan halk çalgısı olmuş ve o ülkelere özgü isimleriyle anılmıştır. Örneğin Macarca’da “hegedii”, Almanca’da “geige”, Rusça’da “skripka”, Türkiye’de ise keman sözcüğü çalgıyı anlatmaktan ziyade yayı anlatmak için kullanılmıştır.
Kemençe sözcüğü ise, Farsça “keman” ve “çe” kelimelerinden oluşmaktadır. Keman, yay-kavis anlamında, “çe” ise küçültme edatı olarak kullanıldığına göre kemençe küçük yaylı çalgı anlamına gelmektedir (Yekta, 1986: 87). Zaten Anadolu’da yayla çalınan çalgıya “ıklığ”, bu sazın yayına “keman” , çalana da “kemani” deniliyordu. Birçok halk şairi dizelerinde “kaşları keman” benzetmesini kullanarak, yay şeklinde olan kaşı kemana benzetmiştir.
Doğu müziği üzerine araştırmalarda bulunan Charles Fonton’a göre, batı kemanı doğuya Rumlardan kör Yorgi tarafından getirilmiştir. Ayrıca Fonton, kemana meyhaneler ve tavernalar dışında fazla rağbet edilmediğinden Yorki’den sonra unutulacağını, Türklerin asıl yaylı çalgı olarak rebaba önem verdiklerini ve kemanın rebap karşısında tutunamayacağını belirtmiştir (Fonton, 1987: 89). Fakat Fonton’un ön görüsü gerçek olmamış, rebap fasıllardan çekilmeye başlamış keman ise fasılların vazgeçilmez bir sazı haline gelmiştir. Batı kemanının Osmanlı müziğine ne zaman girdiğine dair kesin bir bulgu yoktur. Fakat bu konuda iki tespit bulunmaktadır: birincisi “ XIII’ncü yüzyıldan beri Ceneviz ve Venedik mahallelerinin bulunduğu İstanbul, Trabzon gibi bir iki şehrin o zamanki levantenleri1 arasında Latin kemanlarının ve en eski viol şekillerinin kullanılmış olacağı muhakkaktır” (Gazimihal, 1939: 80). İkinci tespit de ise, 1732-1742 yılları arasında İstanbul ve İzmir’de bulunan İsviçreli ressam Liotard’ın “Keman Çalan Türk Musikicileri” (Ek1) isimli resminde ve Perrault’un, “Paralles des Anciens et des Modernes” adlı kitabında, Fransa’nın İstanbul elçisinin evinde İran asıllı bir Türk müzisyenin keman çaldığına dair bilgilere rastlanmaktadır (Aksoy, 2003: 106). Bu iki tespitin birincisinden batı kemanının XIII’üncü yüzyıldan beri Osmanlı’da görüldüğü anlaşılmaktadır. İkinci tespitten ise; Perrault’un kitabının 1697’de yazıldığına, Liotard 1732-1742 yılları arasında Osmanlı’da bulunduğuna, Fonton’un kitabının da 1751 yılında yazıldığına göre kemanın Osmanlı müzik yaşantısında 17. Yüzyıldan itibaren girdiği anlaşılmaktadır. Kemanın ince saza ve saray fasıllarına da kör Yorki tarafından sokulduğu belirtilmektedir (Aksoy, 2003: 105).
Modern Avrupa kemanının ilk olarak İstanbul’da müzikli konser salonu görevi yapan kahvehanelerde ve tavernalarda, Çingene, Yunan, Yahudi ve Ermeni çalıcılar tarafından kullanıldığı, dönemin meşhur çalıcılarının ise kör Yorci, Miron, Kemani İzak, Denizoğlu Ali Bey, Sebuh, Sinekemani Kapril, Nikagos ve Tatyos olduğu belirtilmiştir (Aksoy, 2000’den Akt: Tebiş, 2002: 12). Osmanlı’da kullanılan bir başka yaylı çalgı da sinekemandır (Ek2). “Eski kaynaklarda Viola D’Amore olarak anılan sinekeman, keman ailesinin ülkemize gelen ilk örneğidir” (Özalp, 2000: 191) Türk müziğinin önemli sazlarından birisi olduğu belirtilen sinekeman, kemana en çok benzeyen çalgıdır. “III. Sultan Selim (1789-1807) döneminde ney ve tanbur ile birlikte nefis bir üçlü teşkil etmekteydi” (Yekta, 1986: 86). Sinekeman göğüse dayanarak çalınmaktadır.
Sinekeman bir Türk çalgısı olmamakla birlikte Yekta’ya göre, Osmanlı’da ilk kez ne zaman kullanıldığına dair kesin bir bilgi yoktur (Akt: Kurtaslan, 2001: 1). Türk müziği hakkında araştırmalar yapan Avrupalı gezgin rahip Toderini, Türklerin rebap, keman ve sinekemandan başka bir de “ayaklı keman” (Ek3) kullandıklarını belirtmiştir. Ayaklı keman, kontrabas gibi ayakta çalınmaktaydı (Aksoy, 2003: 134). Türk müziğinin en eski yaylı sazlarından birisi olan rebap, Toderini’ye göre kemanın Türk müziği fasıllarına girmesinden sonra unutulmaya yüz tutmuştur (Akt: Aksoy, 2003: 151).
Türkiye’de keman eğitiminin tarihsel gelişim sürecine bakıldığında batı müziği eğitimi süreci ile paralel olduğu görülmektedir. Batı kültürüne karşı artan ilgi, batı kültürünün ürünü olan batı müziğine karşı olan ilgiyi de beraberinde getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde zaman zaman Avrupa’dan gelen çeşitli çalgı grupları sarayda konserler vermiştir. Örneğin 1543’te imzalanan Osmanlı-Fransız antlaşmasından sonra I. François, Kanuni Sultan Süleyman’a bir orkestra yollamış, bu orkestra sarayda üç konser vermiştir. III. Selim ilk kez 1797’de Topkapı Sarayı’na Batı’dan gelen bir opera topluluğunu konuk etmiş, temsiller saray çevresinde ilgi uyandırmıştır (İlyasoğlu, 1998: 10). Batı müziği eğitiminin ilk adımları batı tarzında bir bando kurulması amacı ile bandoya çalıcı yetiştirmek için kurulan Muzika-i Humayun’da atılmıştır.